Uzun zaman önce, insanlar sadece toprağa değil kalplere de hükmetmesini bilen sultanlarını çok seviyordu. Kendileri de bu hayırlı insan tarafından tanınmak ve sevilmek istiyorlardı. Bu sebeple bazı günler Bağdat?a gidip, sultanın huzuruna çıkıp ona hediyeler veriyorlardı. Zenginlerin ve imkânı olanlar kıymetli hediyeler takdim ettiği bir gün, bir fakir de sultana yaraşır bir hediye arıyordu. Değerli hiçbir şey bulamayınca evindeki bir tarafı kırık testi aklına geldi. Köyün buz gibi suyundan testiyi doldurdu ve yola revan oldu. Az sonra bir adamlı karşılaştı. Adam ne yaptığını, nereye gittiğini sordu. Köylünün cevabı üzerine, adam alaycı bir tavırla, ?Bilmiyor musun, sultan suyun kaynağında oturuyor. Hem sizin çeşmenin suyu da zaten onun.? dedi. Fakir adam utandı, kızardı, yutkundu, kelimeler boğazına düğümlendi. Ama yine de adama dönüp ?Olsun!? dedi, ?Sultana sultanlık, gedaya da gedalık yaraşır. Sultana has hediyem yoksa da, onun suyunu ona takdim etmeye arzulu ve onun sevgisiyle dolu bir gönlüm var!?
Fakir adam, kırık testisiyle Sultan?ın huzuruna çıkar. Sultan onu sultanlığına lâyık bir keremle ağırlar; ikramda bulunur, iltifatlar eder. Adam geriye dönerken de, ?Bize ne ile gelirse gelsin onu boş çevirmeyin, testisini altınla doldurun.? der.
Mevlânâ bu öyküyü anlattıktan sonra sözünü şöyle tamam eder: ?Değersiz bir sermaye ile gelsek de, teveccüh ettiğimiz kapı Allah?ın kapısıdır.? Siz de elinizde olanın ne olduğuna, dilinizde olanın ne söylediğine bakmayın; yeter ki Sultanlar Sultanının kapısına yönelin. Yeter ki yöneldiğiniz yön sahici olsun, söylediğiniz söz kırık da olsa önemli değil!